Sanal yani ikinci bir hayat/yaşam mecrasının kapısını sonuna kadar açan internet artık bizim beşinci organımız oluverdi. Bedenin bir parçasına dönen internet ister istemez mahremiyetimizin/özelimizin en çok ihlal edilen alanına dönüştü. Gerçeklikten çok internette yaşanır olundu. Görünürde zararsız olan internette insan kendini daha özgür hissediyor. Bu özgürlük hissi çoğu zaman tedbirsiz hareket etmesine neden olmaktadır. Kendini savunmasız bırakınca da geriye kendine ait birçok şeyi bıraktığını farkına varamamaktadır. İnternete girişle kendine ait izleri bırakmaktadır. Geçmişi silmekle ya da eylemleri silmekle geriye bir şey kalmadığını düşüncesi tamamen bir yanılgıdır. İnternete girildiği anda herkes kendince dijital bir iz bırakmaktadır. Başka bir tabirle parmak izini bırakmaktadır. Görünürde silinen bu iz, aslında makinenin/cihazın/telefonun içlerinde varlığını korumaktadır. Resmi ve gayri resmi yollarla biz farkında olmadan bilgilere ulaşılmakta, depolanmakta ve zamanı gelince kullanıma açılmaktadır. En basit şekliyle açık cihazdan istendiği zaman kameradan izlenerek özel hayat ihlal edilebilmektedir. Birileri bizi gözetlerken farkında olmayış ve internetten gezinmeler risk teşkil etmektedir.
Sinema bize dijitalleşmenin risklerini görmemiz adına ve en önemlisi korku toplumu oluşturma adına algılarımızı yönetmektedir. Peki, riskler bilinmesine rağmen önlem alınıyor mu? Hayır, çünkü insanlar var olmak için internete ihtiyaç duymaktadır. Sanal dünyada insanlar daha kolay var olabilmektedir. Bunu da bilmektedirler. Bundandır internet vazgeçilmez olmuştur, beşinci organdır. Kendini gerçekleştiremeyen yığınlar için internet bir kaçış kapısıdır. Kendini gösterme, kanıtlama ihtiyacını böylelikle gidermektedir.
Dijitalleşme sadece var oluş uzamından ibarette değildir. İş ve sosyal hayatının bütün türevlerini de içermektedir. Böyle olunca da her ihtiyaç internet üzerinden giderilmektedir. Bu bir zorunluluğa hatta bir yaşam biçimine dönüşmüştür. Özel, genel her şey internetin depolarında yer edinmiş durumdadır. Bundan bir kaçış olmadığı gibi bundan korunmanın yolları da görünmemektedir. Teknoloji bunu zorunlu hale getirmiştir. Dolaysıyla internetle yaşamanın bir yolunu bilmeli ve ona göre klavye tuşlanmalıdır
Dizilerin ekseni belli bir konuda ise temanın bütün detayları yüzeysel ya da derin bir şekilde ele alınır. İzleyici için avantajlı bir durumdur. Konu daha iyi ve kolay anlaşılır. Ele alınan konuda bilinç oluşur. Tabii bilincin yönü farklılık gösterebilir. Benzer içerikler sıkıcıda gelebilir. Bu da kurgunun özgünlüğüne bağlıdır. Kesin olan şey dizinin merkeze aldığı konuyu etraflıca işlemesi ve izleyicinin konu hakkında bilgi sahibi olmasıdır. Bilginin doğruluğu da yanlışlığı da ayrı bir tartışmadır.
Unit 42 dizisi işlenen suçları bilgisayar/internet bağlantılarıyla çözen polisiye bir dizidir. Polisiye film ve dizilerde olay yerinde katilin parmak izi, DNA’sı gibi suç mahallinde ipucular ararken Unit 42 dedektifleri doğrudan bilgisayara, tablete ve telefona yönelmekte, cinayetlerle ilgili kanıtları buralarda aramaktadır. klasik polisiye dizilerden farklı bir yöntemle cinayetleri çözmektedirler. Dizide parmak izi, DNA suçluyu ele verecek ipucular üzerinden durulmamaktadır.
Sezonun her bölümünde farklı bir cinayet konu edilmektedir. Dizi seri bölümlerden oluşmaması diziyi daha ilgi ile seyretmeyi kolaylaştırmaktadır. Her bölümde teknolojinin bir yönünü görme imkânı oluşmaktadır. Bilişim uzmanı dedektiflerinin nasıl çalıştığını, internetin görünmeyen yönünü öğreniyoruz. Şifrelerin ne kadar kolay kırıldığını, gizli sandığımız bilgilerin ne kadar kolay elde edildiğini görüyoruz. Şunu rahatlıkla görüyoruz nasıl ki parmak izimizi yok edemiyorsak internetteki dijital parmak izlerimizi de yok edemiyoruz.
Acımasızca işlenen cinayetlerin ortasında dizinin dikkat çeken aile dramıdır. Bilişim uzmanların başındaki dedektif Sam karısını kanserden kaybetmiş, üç çocuğu ile yalnız kalmıştır. Çocuklarıyla ile olan iletişimsizliği ve çocukların annesiz büyümenin zorlukları anlatılırken her şeye rağmen aile olmanın önemi ve aradaki sevgi öne çıkarılmaktadır. Annenin gerekliliği ve annesizliğin oluşturduğu boşluğu bir polisiye dizisinde bu kadar yerinde vurgulandığına rastlamadım. Dizinin Belçika’da geçtiğini ve vurgulanan aile içi iletişiminde Belçika kültürünü yansıttığını unutmamak gerekir. Bir benzerlik aramaktan çok ailenin önemini vurgulaması dikkat çekicidir. Bir erkeğin ölen karısına dair duyguları ve özlemleri de dizinin farklı bir yönüdür. Kan ve cesetler arasında aile olarak var olma savaşı veren Sam başarısızdır ve çocuklarıyla iletişime geçmekte zorlanmaktadır. Çocuklarına bakan kardeşi üzerinden iletişime geçme hatası yapmaktadır. Sam çocuklarından kaçmaktadır. Bu kaçış ve iletişimsizlik karısına olan ihtiyacını fazlasıyla hissettirmektedir. Aynı zamanda Sam’ın sevgiye olan özlemini de ortaya çıkarmaktadır.
Sam iş ve ailesi arasında kalmış bir ruhu yansıtmaktadır. Bir tarafta acımasız bir hayat, diğer taraftan merhamet ve sevginin gerekliliğidir. İki zıt duyguyu bir arada tutmak ve birbirine karıştırmamak ne kadar zor olduğu ortadır. Kan ve cesetle dolu bir dünyada duyarsızlaşmamak imkânsızdır. Acımasız bir dünya bir insanda ne kadar merhamet ve güven bırakır ki. Kan ve ceset dolu bir dünyada sağlıklı bir psikoloji ile hayat bakmak kolay değildir. Özellikle katillerin peşinde koşan dedektif ve polislerin kendi özel sorunlarının altında ezildiğini de görünce durum karışık bir hal almaktadır.
Her şeyden önce insan kalabilmek aileye olan merhamet ve sevginin varlığıyladır. İki farklı dünyayı bir arada sunan dizi izlenmeyi hak ediyor.
Osman Tatlı
osmantatli@gmail.com